Ben bir kitap yazdım.

Aslında yıllardır yazmak istediğim, ve anlata anlata yakın arkadaşlarımı bayılttığım bir kitap fikrim var.

Bu o değil.

Harika kapak tasarımı sevgili kuzenim Akduman Creative / Mehmet Akduman’a ait.

Arada gelen, ‘sen bu gezi yazılarını bir kitap haline getirsene’ tarzı yorumlar oluyor.

Bu o da değil.

Bu kitap Osmanlı’nın son dönemleri ile Kurtuluş Savaşı yıllarındaki havacılarımızı anlatan bir kurgu roman. Konu seçimi güncel veya popüler değil, sadece içimden geleni yazdım.

Ne alaka diyecek olabilirsiniz, ki haksız da değilsiniz. Bu fikri ilk aklıma sokan kendisi de bir pilot olan sevgili rahmetli kayınpederimin vakti zamanında anlattığı hikayeler, ve benim her ilgi duyduğum şeyi araştırma merakım oldu. İlk dönem havacılarımızın hikayeleri bana o kadar etkileyici geldi, onları o kadar sevdim ki, o dönemle ilgili kısa bir hikaye yazayım dedim, sonra laf lafı açtı, 300 sayfalık roman oldu.

1900’ların ‘havadar’ uçakları

Bu kitabı yazmak bana bildiğim bir şeyi tekrar hatırlattı : İnanılmaz zengin bir tarihimiz var, bununla hepimiz her fırsatta övünürüz. Ama yakın tarihimizi belgeleme konusunda son dönemlere kadar biraz tembelmişiz. İngilizler ‘Tarih onu yazanındır’ derler.

Havacılık tarihimize ilgi duyan her okuyucu artık sevgili Vecihi Hürkuş’tan ve onun hem Kurtuluş Savaşı yıllarındaki anılarından hem de daha sonraki sivil havacılık yolculuğundan haberdar. Çünkü günümüze kendi kaleme aldığı muhteşem bir kitap bırakmış.

Osmanlı pilot nişanları

O kadar renkli olmasa da o dönemi anlatan bulabildiğim bir kaç kitap ve ulaşabildiğim kadarıyla THK arşivlerini okurken tek bir şey düşünüyordum. Eğer bu olayları yaşayanlar İngiliz ya da Amerikalı olsa, pek çoğumuz onlarla ilgili en az 2-3 kitap okuyup sayısız film seyretmiştik. Oysa Kurtuluş Savaşında sayıları bir avuç da olsa kritik zaferler kazanan havacılarımızın varlığından pek azımız haberdar.

1920’lerde havacılık biraz da deli işiymiş. Düşünün ki altınızdaki uçak tahta ve branda bezinden yapılmış. Telsiz, paraşüt, oksijen desteği hak getire, hiç biri daha icat edilmemiş. Zaten icat edilmiş olsa alacak para da yok, size bunları satacak bir müttefik de. Bir de bu şartlarda savaştığınızı düşünün. Karşınızdaki düşmanın uçağı daha modern, donanımlı, silahları daha güçlü. Siz ise elinizdeki her kurşunu, her bombayı sayarak kullanmak zorundasınız. Havada her karşılaşma bir ölüm kalım mücadelesi. Ve tek dileğiniz bir gün daha hayatta kalabilmek çünkü bir gün daha savaşmak gerek. Çünkü vatan hala işgal altında.

Dedim ya, deli işi.

Fark ettiğim başka bir konu da bu ilk dönem havacıların ne kadar iyi eğitimli ve kültürlü olduğuydu. Çoğu en az bir yabancı dili iyi konuşan, düzenli orduda, çoğunlukla da Bahriye – Deniz Kuvvetlerinde subay rütbesine erişen gönüllerin arasından seçilmiş ve Fransa ve Almanya’da eğitime gönderilmişler. Bu ilk dönem havacıları araştırırken bulduğum bölük pörçük bilgileri bir araya getirince ortaya romanımın kahramanı Asil çıktı.

Bu Kurtuluş Savaşındaki en baba uçaklarımızdan Albatros D3’ün maketi. Ben Aquila’nın düzeltmelerini yaparken, eşim Erbil’de bu maketi yaptı.

Havacılık geçmişimizi araştırırken bulduğum hikayelerin bazıları tam anlamıyla nefes kesiciydi. Özellikle de o dönemle özdeşleşmiş, 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşının tartışmasız en cesur pilotlarından biri olan Yüzbaşı Fazıl’ın hikayeleri. Savaş bittikten kısa bir süre sonra bir eğitim uçuşunda şehit düşen bu pilot beni o kadar etkiledi ki kitabımın ana karakterlerinden biri olan Nazım’ın savaş yıllarını bir ölçüde ona dayandırdım. (Ne yazık ki pandemi koşullarında ailesinin izini sürmeyi başaramadım, ama en kısa zamanda bunu yapmayı çok istiyorum.)

Bir taraftan da işgal İstanbul’undaki kadınları merak ediyordum. Sevdikleri imkansız bir savaşın içindeyken, üstelik yönetim tarafından hain ilan edilmişken, onları bekleyen ama yaşamlarını da sürdürmek zorunda olan kadınları.

Anadolu halkı işgal yıllarını yaşadıkları bölgeye ve işgal eden yabancı güce göre değişen bir şiddet altında yaşamıştı. Osmanlı’nın başkenti İstanbul ise, işgal güçlerinin uyguladığı baskıyı daha üstü kapalı ama daha yıldırıcı bir şekilde hissetmişti. Triple Entente ‘nin tamamı, yani İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar, birbirinden farklı ajandalar ve kompleksler ile Dersaadet’e yerleşmişlerdi. Bu karmaşaya bir de Rus Devriminden kaçıp İstanbul’u mekan tutan Beyaz Rus’lar eklendiğinde toplumsal değerler kökünden sarsılmış, son dönem Osmanlısının dayattığı köhneleşmiş inanışlar ve özellikle kadınlara vurulmuş prangalar hızla etkisini yitirmeye başlamıştı. Kadınlara yönelik mecmualar ile savaş öncesi kurulan kızlara özel kolejlerin de etkisiyle Osmanlı kadını sonunda bilinçlenmeye başlamıştı.

Özellikle Tanzimatın (1839) ilanı ile halk serbest ve sosyal yaşama eğilim göstermiştir. Kadına verilen haklar, Osmanlı kadın giyiminde önemli değişikliklere yol açmıştı. Meşrutiyetin ilanı (1876) ile Osmanlı’da Avrupa modasının etkisi de artmıştır. Dönemin popüler kadın mecmualarından İnci, Osmanlı Kadınını daha modern giyinmeye teşvik ederken, bir yandan da eğitim, aile, iş, evlilik gibi konuların işlendiği yazılarla, kadınların bu alanlarda eğitilmesi hedefliyordu.

Bütün bunlardan Leyla karakteri doğdu. Akıllı, eğitimli ama bir sesi , söyleyecek bir sözü olduğunu yavaş yavaş farkeden Leyla.

Zaten kitabın adı biraz da Leyla yüzünden Aquila / Kartal oldu. Kartal benim için özgürlük, güç ve azmin simgesi. O karanlık dönemi cesaretleri, birbirlerine olan inançları ve bağımsızlık umutlarıyla aşmayı başaran ve bize bir ülke bırakan insanlara başka bir sıfatı yakıştıramadım.

1922 yılına ait bir İngiliz gazetesinden bir alıntı. Aquila’yı yazarken İngiliz kaynaklarından da çokça faydalandım.

Bu bir ‘ilk roman’. Eminim benden daha tecrübeli ve iyi bir yazar böyle bir konuyla şaheserler yaratırdı. Ben sadece o dönem yaşananları biraz olsun aktarabilmeyi amaçladım. Derler ya, kusurlarım affola.

Aquila’nın uçuşu artık siz sevgili okurların elinde. Umarım yüksekten uçar, uzun ömürlü olur.

Kitap yazma süreciyle ilgili iki de kişisel not :

Bu sayede varlığından bile haberdar olmadığım pilot bir büyük amcam olduğunu öğrendim. İlk dönem Cumhuriyet pilotlarından olan bu büyük amca bir dönem Atatürk’ün de pilotluğunu yapmış ve 30’lu yıllarda Karamürsel taraflarında şehit olmuş.

Büyük amcam Hüsmen Sami (Demirer) – Fotoğrafın naifliğine bayıldım.

Bir de, araştırma tarafı zaten en bayıldığım şey; yazma kısmı da zevkliydi ama o editing yok mu, beni öldürdü. Ama ben bu işi sevdim, gerisi gelecek gibi.